“Gece yarısı, üç el silah sesi... iki çığlık, karanlık bir sessizlik; hiçbir şey olmamış gibi. Işıklarını yakıp pencere açan yok. Ne de kapısını açıp sesin geldiği yöne koşan var. Herkes (hemen hemen herkes) kulaklarını tıkamış; vicdanlarını susturmuş. Kuşkusuz, ışıklarını açmadan perdelerini aralayıp ‘ne var?’ diye bakanlar olmuştur. Kesin birilerinin yürkleri de ‘cızz’ etmiştir. Etmişse bu, vicdanları sızlamış demektir.”
İnsan patlayan bir silah sesinden irkilmiyorsa, ne oluyor diye merak etmiyorsa, bu durum hafife alınmayacak bir soruna delalettir. Ne de olsa her silah sesi ilk anda ölümü çağrıştırır.
O halde irkilmek, korkmak ve meraklanmak gerekir. Ne var ki şu zamanda çok da böyle olduğu söylenemez. Zira ölümlerin sıradanlaşarak kanıksandığı, yaşamın değersizleştirildiği bir zaman dilimidir yaşadığımız.
Kadın ve işçi cinayetleri neredeyse haberlerin ana konusu haline gelirken, bu cinayetlere karşı güçlü, etkili ve sonuç alıcı tepkiler yeterince gelişmedi, gelişmiyor da.
Hal böyleyken bir mahpusun ölümü, hem de hasta bir mahpusun neredeyse taammüden gerçekleşen ölümü çok daha sınırlı bir kesimin canını acıtıyor.
KANAYAN YARA OLARAK HAPİSHANELER
Hapishaneler öteden beri yaşanan hak ihlalleri ile demokratik kamuoyunun gündeminde oldu. Son yıllarda ise hasta mahpusların durumu başta olmak üzere tecrit, çıplak arama ve ayrımcı uygulamalarla anılır oldu.
Bir zamandır da yaşanan ölümlerle gündeme geliyor.
Evet, hapishanelerde ölümler yaşanıyor ve bu sayı gün geçtikçe artıyor... Ağustos ayının ikinci haftasında, dört günde üç cenaze çıktı.
68 yaşındaki İbrahim Yıldırım Elazığ 1 No'lu Yüksek Güvenlikli Kapalı Cezaevi’nde 14 Ağustos’ta...
Demokratik Bölgeler Partisi eski İl Eşbaşkanı ve Parti Meclisi üyesi Mehmet Candemir, Giresun Espiye L Tipi Kapalı Cezaevi’nde 15 Ağustos’ta...
67 yaşındaki Yukarı Göklü Eski Belediye Başkanı Bazo Yılmaz Urfa 2 Nolu T Tipi Kapalı Cezaevi'nde 18 Ağustos’ta...
Görüldüğü üzere farklı hapishanelerde dört gün içinde üç hasta mahpus hayatını kaybetmiş bulunuyor.
Med Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Hukuki ve Dayanışma Dernekleri Federasyonu ile Tutuklu ve Hükümlü Aileleri ile Dayanışma Derneği tarafından yapılan ortak açıklamada ise, 8 ayda cezaevlerinden çıkan cenaze sayısı 43 olarak açıklandı. (21 Ağustos Pazar 2022 Saat: 23:39)
Bu da gösteriyor ki, hapishaneler ölüm kamplarına dönüşmüş durumda Açık ki hapishanelerde yaşam hakkı bakımından durum dehşet vericidir.
Tablo böylesine vahim iken buna karşı siyasi iktidarın ve sorunla alakalı mekanizmaların tavrı, kale duvarı gibidir. Yapılan uyarılara, önerilere, dilek ve çağrılara kör ve sağır kalmada ısrar ediliyor.
Bunun bilinçli bir uygulama olduğu anlaşılıyor. Zamanında Kenan Evren, “asmayalım da, besleyelim mi” demişti. Yaşanan ölümler ve sorunun muhatabı iktidar cephesinden ısrarla sürdürülen kayıtsızlık gösteriyor ki, yaşam hakkı hiçe sayılırken, Kenan Evren aklı, fiiliyatta uygulanan politika haline gelmiş durumda.
Öte yandan yaşanan vahamete karşı toplumsal duyarlılığın yeterli olmadığı da ortada.
ANLAMAYA ÇALIŞMA DUYGUSU DUMURA UĞRADI
Son kırk yıllık çatışmalı ortamda siyasi iktidarların ve güdümlü medyanın acıları ötekileştiren söylemi, toplumun duygu dünyasında birçok şeyi erozyona uğrattı. Böylece insanlık adına utanç verici pek çok olayda bile yaşananlara değil, yaşananlara kimin/kimlerin maruz kaldığına bakarak refleks göstermek bir davranış haline geldi.
Bir kişinin kendisini bir başkasının yerine koyabilmesi ve onun duygu, düşünce ve acılarını anlamasını sağlayan duygudaşlık ve empati dumura uğradı. Bu topraklarda farklı dilden konuşan, düşünen ve inanan insanlar arasında zayıf da olsa yaşanan diyalog, derinden yara aldı. Ve diyalog yoluyla karşısındakinin duygu dünyasında bir etki yaratamadığından, karşılıklı kuşkular büyüdü. Böylelikle tüm farklılığı ve çeşitliliğiyle barış içinde bir arada yaşanacak gelecek güzel günlere dair umutlar zayıfladı.
Biri ötekine baktığında onun acılarını anlayamıyorsa, bir empati kuramıyorsa, bu, toplumsal açıdan durumun ne kadar kırılgan olduğunu gösterir.
HASTA MAHPUSLAR VE EMPATİ
Wirginia Woolf, başkalarının acısını anlatan fotoğraflardan etkilenmeyen insanların bazı değerlerden yoksun olduğunu belirtir. Bu fotoğraflara bakıp da acı duymamayı, bu fotoğrafları görüp de irkilmemeyi, bu yıkıma, bu kıyıma yol açan şeyi ortadan kaldırmak için uğraş vermemeyi, ahlaki ve vicdani açıdan sorgular.[2]
Bir fotoğraf ya da bir görüntü, söze gerek bırakmadan gerçekliği en çıplak haliyle yansıtır. Önemli olan görebilmek ve hissedebilmektir. Bunlar olduğunda, hiç şüphesiz insan kendini acı yaşayan birinin yerine koyarak düşünebilir, onun acılarına anlam verebilir. Dahası bu acıları dindirebilmek için vicdanının sesine kulak vererek üzerine düşeni sorgulayıp harekete geçebilir.
Böyle bakıldığında bir fotoğrafın toplumsal vicdanı harekete geçirmede etkili bir rol oynayabileceğini biliyoruz. Bunun örneklerinden biri, üç yaşındaki Alan Kurdi’ye ait fotoğraftır.
Alan Kurdi 2 Eylül 2015'te ailesi ile birlikte Muğla'nın Bodrum ilçesinden Yunanistan'ın İstanköy (Kos) adasına şişme botla geçmeye çalışırken annesi ve kardeşi ile birlikte boğularak hayatını kaybetmişti. Nilüfer Demir'in çektiği fotoğraf Türkiye ve uluslararası kamuoyunda büyük bir infial yaratmıştı. Böylece bu fotoğrafın tüm dünyada yarattığı duyarlılık, mülteciler açısından bir dönüm noktası oldu.
Hapishaneler açısından kamuoyuna yansıyan en çarpıcı görüntü ise 83 yaşındaki 26 yıllık hasta mahpus Mehmet Emin Özkan’a aitti. 27 Mayıs 2021 tarihinde yürüme güçlüğü çekmesine rağmen kelepçelenmiş halde, jandarmaların kollarında hastaneye götürülürken görüntülenmişti.
Dilsiz bir çığlıktı, Mehmet Emin Özkan’ın görüntüsü. Kör gözlere ve taşlaşmış kalplere karşı bir haykırıştı. Adeta şöyle sesleniyordu: ben kafeste bir tutsağım, dün duymadınız çığlığımı. Ama şimdi karşınızdayım işte, gözlerinizi kapatmayın da, görün beni. Biliniz ki, acılar içinde kıvranırken, şifa verecek bir elin uzanmasıdır; olmadı son nefesimi aile efradım arasında vermektir düşlediğim. Bakmayın böyle kelepçeli halime, istesem de kaçıp kurtulmaya gücüm kalmamış. Üstelik başımdaki şu jandarmalar kollarımı çözüp haydi git dese bile, yürüyüp gitmeye soluğum yetmez.
Mehmet Emin Özkan’nın görüntüsü, hasta mahpuslar gerçekliğinin yansıdığı bir aynaydı. Dolayısıyla yalnızca onun, hisseden yürekleri kezzap gibi dağlayan kişisel durumu değildi. Hatta o aynaya yansıyanların da eksik olduğu aşikâr. Çünkü çok daha ağır durumda olan mahpusların olduğu söyleniyor. Böyle de olsa vahameti anlamak için bu görüntü de yeterli gelir.
SONUÇ OLARAK
Vahameti öncelikle görmesi gerekenler, AKP/MHP iktidarına her koşulda destek veren toplumun muhafazakâr kesimleridir. Bu kesimler, demans hastası olduğu söylenen Çevik Bir 2 Ağustos’ta tahliye edilirken, aynı günlerde hapishaneden üç cenaze çıktığını, kendi vicdanlarında sorgulayabilmelidirler. Demans hastası olan Aysel Tuğluk ise tüm girişimlere ve başvurulara rağmen halen tahliye edilmiş değil. Bunun da adil, ahlaki ve vicdani temelde kendi vicdanlarında bir mukayesesi olmalıdır.
Gene muhafazakâr kesimler din, iman, ahlak, vicdan ve adalet kavramlarını bolca kullanırken, adaletsizliğin, ayrımcılığın temel norm haline gelmesine karşın kulaklarını tıkamış, vicdanlarını susturmuş durumdalar. Böyle değilse eğer, salt insani temelde de olsa hapishanelerde yaşanan ölümlere karşı bir sözleri olmalıdır.
Yorum Yazın
E-posta hesabınız sitede yayımlanmayacaktır. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişdir.